Sitenin solunda giydirme reklamı denemesidir
Sitenin sağında bir giydirme reklam
Yılmaz Çifci
Köşe Yazarı
Yılmaz Çifci
 

DÜŞTÜ İSEK KALKARIZ DÜŞMEZ KALKMAZ BİR ALLAH

Doğan Avcıoğlu, 1963'te yön dergisinde İsmet İnönü'nün bir konuşmasını değerlendirirken şöyle yazıyor. "17 yıl önce çok partili hayata geçiş halka bir dereceye kadar sesini yukarılara hissettirebilmek imkanını verdiği için şüphesiz ileri bir adım olmuştur. Fakat yeni sistem, aynı zamanda devrimciliğin paydos borusunu çalmıştır. 1945'te çıkartılan Toprak reformunun uygulanmadan rafa kaldırılmasında, dünya harbine rağmen büyük bir imanla yürütülen köy enstitüleri hamlesinin yüzüstü bırakılmasından, devletçiliğin terk edilmesinden, orman davasının unutulmasından ve din istismarcılığından, çok partili sistem sorumludur. Bu sistem, devrimcileri tasfiye ederek ve alabildiğine muhafazakar siyasi kuvvetleri ön plana geçirerek, ileri gidişi kösteklemiştir. Fikir alanında da en aşırı sağ fikirler serbest bırakılırken, en mutedil sol fikirler susturulmuştur. Bu açıdan, çok partili hayat Atatürk devrimlerine karşı bir tepki sayılabilir." Bu hafta sonu yayınlanmak üzere bir yazı hazırlamıştım. Ancak editörlerimiz benim için endişelendiler. (Bu bir sansür değildi tabi ki) Sevildiğini hissetmek değişik bir duygu. Ben sevilince ne yapılacağını bilmeyenlerdenim. Canımıza kastedecek kadar nefret edilmişliğimiz var bir zararını görmedik. Ama sevgi ile sürünmüşlüğümüz çok. Sakın yanlış anlaşılmasın "sevmekten kim usanır" sevilmekten korkarım. Ben yazımı tahrif etmek yerine onu tümden kaldırmayı tercih ettim. Belki bir gün Türkiye'nin iç sesi "yok mu Türkiye'nin ilericilerine oynanan bu oyunu ifşa edecek biri" diye haykırmaya başlar o gün yayınlarız onu. Bu yazımıza, Türkiye'de Ender bulunan teorisyenlerden biri olan, yine Türkiye'de çok nadir bulunan 'orijinal fikir üretme' cevherine sahip aydınlardan biri olan Doğan Avcıoğlu'nun bir tespiti ile başladık. Türkiye'de her şey bir hile ile başladı. Dünyada devrim yapmış hiçbir ülkede, devrimi bitirdikten sonra devirdiği zihniyetin tekrar iktidarı ele geçirebilmesi için ona bir imkan verilmemiştir. Bunun demokrasinin gereği olduğuna Türk halkından başka hiçbir halkı da inandıramazsınız. Türkiye'de, saltanatı ortadan kaldıran devrimci hareketin, ikinci önderliği, o koşullarda saltanatçıların iktidarı alacağını bile bile çok partili sisteme geçmiştir. Bu hareketin adına da 'karşı devrimcilik' değil demokrasi demiştir. Saltanatçı zihniyet ise yasaların kendilerine verdiği bir hak ile partilerini kurmuştur. Kurdukları partinin adına 'saltanat partisi' değil, 'Demokrat Parti' diyerek ilk hilelerini yapmıştırlar. Orada Türk milletinin hem aklıyla hem duygularıyla oynanmıştır. Cumhuriyet Halk partisi'nin iktidarını üzerine inşa edeceği temel ilkeler kuruluşundan bugüne değişmemiştir. Bunlar bayrağında da taşıdığı 6 ok ile temsil edilen prensiplerdir. Hedefinde "muasır medeniyetler seviyesine ulaşmış, aydınlanma sürecini tamamlamış, tam bağımsız bir ülke" olan herkesin mutabık kaldığı ilkelerdir bunlar... İşte bu mutabakata varabilenler Erzurum ve Sivas kongrelerinde Kurtuluş savaşı vermeyi kararlaştırmış olan kimselerdi. Ve o kimseler amasya tamiminde Cumhuriyet Halk partisi'ni de kurmuş oldular. O gün bugündür her Cumhuriyet Halk partilinin ideali, muasır medeniyetler seviyesine ulaşmış, Aydın, Çağdaş, akıl ve fen'e inanmış tam bağımsız Türkiye'dir. Erzurum ve Sivas kongrelerinde ve Amasya tamimi ilan edilmeden önceki görüşmelerde, İngiliz ya da Amerikan mandasına girmek gerektiğini savunanlar, Kurtuluş savaşı'na destek vermediler, Savaş kazanıldıktan sonra saltanatın kaldırılmasından hoşlanmadılar, Türkiye'nin kendi iç dinamikleri ile onurlu bir kalkınma mücadelesi verebileceğine inanmadılar. Atatürk, etrafta bu mandacı mikropların çok olduğunu bildiği için, savaşın yerle bir ettiği ekonomik koşullarda, üstelik eğitim seviyesi ekonomiden beter olan koşullarda, devrimini karantina altında tutmayı tercih etti. Dünyanın hiçbir halkı bu tedbirli dönemi diktatörlükle itham etmez. Bu bir nekahat dönemidir. Nasıl hiçbir cerrah, yıllarca yatalak yaşamış kötürüm bir hastasını, ağır kemik ve sinir ameliyatları geçirdikten sonra hemen günlük hayata bırakmaz, kemiklerin kaynaması sinirlerin ve kan damarlarının sağlıklı çalışmaya başlamasını yatakta takip eder ve sonra uzun bir süre fizik tedavi dönemi uygularsa, Cumhuriyet Halk Partisi ve önderliğide, tepeden tırnağa yeniden yaratılmış bir ülkenin sargılarını hemen açmamayı tercih etmişti. Ancak büyük cerrahımız 1938'de vefat edince, sürekli talimat ile koşturmaktan bunalmış asistanımız başhekimliğe yerleşir yerleşmez talimatı verdi: "açın sargıları!" "Hop İsmet" diyecek kimsede yok! Sargıların altından eli ayağı düzelmiş dünya güzeli çıkınca, hemen görücüye çıkardı onu! (Burada önemli bir ayrıntıya dikkatinizi de çekmek isterim. Asırlarca padişahlıkla yönetilmiş bir ülkede kronikleşmiş bir ruh hali herhalde bu! Cumhuriyet dönemine geçmişiz ortada devrimci bir parti var. Kurucu Önder vefat ettikten sonra, aynı saltanatçı kafayla, hemen arkasındaki 2. kişiyi cumhuriyetin başına geçirmeye layık görmüşüz. Bu iktidarın babadan oğula geçmesi formülünün bir tezahürü olsa gerek. Yoksa o günkü Cumhuriyet Halk Partisi kadroları arasında Mustafa Kemal'in ilkelerini benimsemiş aydın demokrat devrimci çok fazla kadro var. Ve madem saltanatı kaldırdık büyük Önder gidince sil baştan birini aramayı akıl edebilirdik..!) Körpe cumhuriyetimiz çok partili sistemle görücüye çıkınca, bütün işgal yıllarında ve Erzurum Sivas kongrelerinde, Amasya tamiminde mandacılığı savunanların eline muratlarını koşturma fırsatı çıktı! Bu kupkuru bir itham değildir. Demokrat Parti'nin, Türkiye'nin geleceği ile ilgili bütün politikalarını üzerine oturtacağı 2 tane parametre vardı. Onun temel ilkesi bu iki parametre idi. Biri 'hür teşebbüs' biri yabancı sermaye!!! Bu iki kolaycı ilke, cumhuriyetin temel ilkelerinin 6'sını da yerle bir ediyordu! Ettide... Bu iki ilkenin biri, Türkiye'nin ekonomik modelini kapitalistleştirmek amacının ürünü, diğeri Kurtuluş Savaşı'ndan önceki mandacılığın karşılığı olan, emperyalist ülkelere bağımlı hale gelme hevesinin ürünüdür... İsmet İnönü Lozan görüşmeleri sürecinde, George curzon'dan bizzat duyduğu "para yalnızca Amerika'da ve İngiltere'de var. Siz o ülkeyi meteliksiz nasıl kalkındıracaksınız? Elbet gelip önümüzde diz çökeceksiniz. O günü bekliyoruz" sözlerine rağmen, bu ülkeyi o mandacıların eline nasıl teslim etti? Gerçekten merak ediyoruz! Çok partili döneme geçmeyi ikinci Dünya savaşı'na bağlayanlar var. "Sovyet tehdidi karşısında Amerika'ya sığınmak zorunda kaldık" filan doğru değildir. Bu izahatler, Şecaat eylerken merd-i kıpti sirkatin söyler misali bir durumdur yalnızca. Hem 1960'tan sonra ikinci bir fırsat daha eline geçmiştir İnönü'nünün. Üstelik farkındalığı daha yüksek bir halk ve gençlik var elinde. Üstelik Cumhuriyet tarihinin dünyada benzeri olmayan bir fırsatlar anayasası var elinde, yine de 1946'da yapılan hatayı düzeltme yoluna gitmekte tereddüt etmiştir. Cumhuriyetin ilk gününden bu yana, hatta Kurtuluş Savaşı'ndan önce Erzurum kongresi'nde, Sivas kongresinde Amasya tamiminde Mustafa Kemal'i yalnız bırakmamış onun arkasından savaş zamanı cepheye, zafer'den sonra Cumhuriyet devrimlerinin ve inkılaplarının uygulanmasına canı gönülden yürümüş olan ve o gün bugündür Cumhuriyet Halk partili olan her yurttaşın, Parti önderliğinden, bulduğu İlk fırsatta, bu dünya güzeli vatanın tedavisini kaldığı yerden tamamlamaya kolları sıvayacağına inanarak beklemektedir. Bu çok uzun bir bekleyiş olmuştur! Bu 75 yıllık süre, sağcı muhafazakar politikaların Türkiye'yi nasıl uluslararası güçlerin taşeronu haline getirdiğini, terör ve yoksulluk sopası ile bu millete nasıl eziyet ettirdiğini yaşayarak gördük. Ve nasıl bir topluma dönüştürüldüğümüzden şikayetçiyiz! Sevr antlaşması'ndan yakınmayan, saltanat kafalı, manda taraftarı bir partinin, kendi adına "demokrat Parti" takma sahtekarlığından yola çıkıp, emperyalist projelere eş başkanlık sıfatıyla taşeronluk yapan, ülkeyi yerli ve millilik nutukları arasında patates, buğday ve şeker ithal eder duruma getiren, topluma ve bireylere karşı suç işleyenleri 20-30 dosyayla sokaklarda dolaştırıp, cezaevlerini kendi muhalifleriyle dolduranlarında partilerinin adına riyakarca 'Adalet ve kalkınma Partisi' takmış olmaları ikisinin de aynı meşrebin ürünü olduklarını ele veriyor. Halbu ki, Türk halkı antiemperyalisttir. Test etmek isteyen buyursun referandum yapsın. İngiltere Amerika ve İsrail bu halkın nefret ettiği ülkelerdir. Yüzlerini sahte isimler arkasında saklayan bu partiler sürekli İngiltere İsrail ve Amerika ile iş tutmuştur. Ve hepsi bu halktan yüksek oranda oy almıştır. Bu da Türk halkının büyük çelişkisidir... İşte Türk halkı bu handikapını aşabilsin diye Mustafa Kemal aydınlanma devrimi bitene kadar çok partili sisteme geçmiyordu. Laikliğin halkta karşılığını bulması gerekiyordu önce. Her iki partide bu halkın desteğini dini duygularını suistimal ederek kazanmıştır... Bugün bağımsızlık politikaları gütmek 1946'daki kadar kolay değildir. 1946'da bu ülkeden sökülüp atılması gereken düşman kuvvetlerin askeri üsleri yoktu. Yine 1946'da Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin hiçbir yabancı devlete beş kuruş borcu yoktu. Ve yine 1946'da hiçbir devletin gizli servis örgütü Türkiye Cumhuriyeti devleti içinde resmi bir yapılaşmaya sahip değildi. Türkiye, uluslararası hukuk nezdinde kendi elini ayağını bağlayacak anlaşmalara imza atmamıştı genüz. (İnönü'nün 1939'da yaptığı iki tane anlaşma var. O da 1946'nın altyapısı zaten Ama yine de aşılabilirdi) o gün iktidar olan bir siyasi partinin üretim ilişkilerinde devletçilik ilkesine Sadık kalması, kalkınma hamlemizi yabancı sermayeye yaslandırmak yerine, devlet planlama teşkilatını yetkilendirerek yapabilirdi... Bugün bağımsızlık politikaları üretmek gerçekten hiç kolay değildir. O günkü Demokrat Parti'nin bugünkü karşılığı olan AKP, İnönü'nün yetkilendirmeye cesaret edemediği devlet planlama teşkilatını kapatıp, halihazırdaki, Marmaray köprüler otoyollar gibi hazır projelerini (Türkiye'nin önümüzdeki 100 yılını ipotek altına aldırarak) yabancı sermayeye yaptırmıştır! Yine de bağımsızlık politikalarını üretmek ve o politikaların arkasında durmak kabiliyeti halen daha yalnızca Cumhuriyet Halk partisi'nde vardır. Ancak az bir farkla seçim kazanmakla olmaz bu iş... Cumhuriyet Halk partisi'nin bunu yapabilmek için çok büyük bir halk desteğine ihtiyacı vardır... Bunun yolu da, bugün 'dev projeler' diye takdim edilen projeleri hazırlayanın bir Cumhuriyet ürünü olan Devlet Planlama Teşkilatı olduğunu, onları kendi iç dinamiklerimizle yapmayı doğru bulan, aksinin Türkiye'yi daha bağımlı hale getireceğini iddia eden görüşün cumhuriyetin devletçilik ilkesi olduğunu halkın anlamasını sağlamaktan geçer. Bu bilgilerin dosdoğru halk ile paylaşılması, Halkımızın sinesinde bir mücevher gibi duran o anti emperyalist ruhu öne çıkaracaktır. Bu iş, oğlunun gemisi İsrail limanlarına doğru yelkenleri şişirmişken babasının gidip Rize mitinginde "ey İsrail" diye bağırdığı bir tiyatro oyunu değildir. Bu bir vatanın özgürleştirilmesi davasıdır. Bunun başarılması, bu milletin; askeriyle polisiyle profesörüyle öğrencisiyle işçisiyle köylüsüyle memuruyla kadınıyla çocuğuyla Afyon kocatepe'de toplanmış hücumu bekleyen o ulu askerin ruh halini kuşanması ile mümkündür... Bütün halkımızın içinde zaten var olan o ruhu uyandırabilmek için, Cumhuriyet devriminin kırılma noktalarını inceleyeceğimiz, kuruluşumuzun bağımlılığa doğru sapma anlarını tespit edeceğimiz, ve yarına doğru hangi adımları nerelere atarsak ağırlığımızı o ayağımızın üzerine güvenle bırakabileceğimizin hesap kitabını yapabileceğimiz, Erzurum ve Sivas kongrelerine ihtiyacımız var...
Ekleme Tarihi: 19 Şubat 2025 - Çarşamba

DÜŞTÜ İSEK KALKARIZ DÜŞMEZ KALKMAZ BİR ALLAH

Doğan Avcıoğlu, 1963'te yön dergisinde İsmet İnönü'nün bir konuşmasını değerlendirirken şöyle yazıyor.
"17 yıl önce çok partili hayata geçiş halka bir dereceye kadar sesini yukarılara hissettirebilmek imkanını verdiği için şüphesiz ileri bir adım olmuştur. Fakat yeni sistem, aynı zamanda devrimciliğin paydos borusunu çalmıştır.
1945'te çıkartılan Toprak reformunun uygulanmadan rafa kaldırılmasında, dünya harbine rağmen büyük bir imanla yürütülen köy enstitüleri hamlesinin yüzüstü bırakılmasından, devletçiliğin terk edilmesinden, orman davasının unutulmasından ve din istismarcılığından, çok partili sistem sorumludur. Bu sistem, devrimcileri tasfiye ederek ve alabildiğine muhafazakar siyasi kuvvetleri ön plana geçirerek, ileri gidişi kösteklemiştir. Fikir alanında da en aşırı sağ fikirler serbest bırakılırken, en mutedil sol fikirler susturulmuştur. Bu açıdan, çok partili hayat Atatürk devrimlerine karşı bir tepki sayılabilir."
Bu hafta sonu yayınlanmak üzere bir yazı hazırlamıştım. Ancak editörlerimiz benim için endişelendiler. (Bu bir sansür değildi tabi ki) Sevildiğini hissetmek değişik bir duygu. Ben sevilince ne yapılacağını bilmeyenlerdenim. Canımıza kastedecek kadar nefret edilmişliğimiz var bir zararını görmedik. Ama sevgi ile sürünmüşlüğümüz çok.
Sakın yanlış anlaşılmasın "sevmekten kim usanır" sevilmekten korkarım.
Ben yazımı tahrif etmek yerine onu tümden kaldırmayı tercih ettim. Belki bir gün Türkiye'nin iç sesi "yok mu Türkiye'nin ilericilerine oynanan bu oyunu ifşa edecek biri" diye haykırmaya başlar o gün yayınlarız onu.
Bu yazımıza, Türkiye'de Ender bulunan teorisyenlerden biri olan, yine Türkiye'de çok nadir bulunan 'orijinal fikir üretme' cevherine sahip aydınlardan biri olan Doğan Avcıoğlu'nun bir tespiti ile başladık.
Türkiye'de her şey bir hile ile başladı.
Dünyada devrim yapmış hiçbir ülkede, devrimi bitirdikten sonra devirdiği zihniyetin tekrar iktidarı ele geçirebilmesi için ona bir imkan verilmemiştir. Bunun demokrasinin gereği olduğuna Türk halkından başka hiçbir halkı da inandıramazsınız.
Türkiye'de, saltanatı ortadan kaldıran devrimci hareketin, ikinci önderliği, o koşullarda saltanatçıların iktidarı alacağını bile bile çok partili sisteme geçmiştir. Bu hareketin adına da 'karşı devrimcilik' değil demokrasi demiştir. Saltanatçı zihniyet ise yasaların kendilerine verdiği bir hak ile partilerini kurmuştur. Kurdukları partinin adına 'saltanat partisi' değil, 'Demokrat Parti' diyerek ilk hilelerini yapmıştırlar.
Orada Türk milletinin hem aklıyla hem duygularıyla oynanmıştır.
Cumhuriyet Halk partisi'nin iktidarını üzerine inşa edeceği temel ilkeler kuruluşundan bugüne değişmemiştir. Bunlar bayrağında da taşıdığı 6 ok ile temsil edilen prensiplerdir. Hedefinde "muasır medeniyetler seviyesine ulaşmış, aydınlanma sürecini tamamlamış, tam bağımsız bir ülke" olan herkesin mutabık kaldığı ilkelerdir bunlar...
İşte bu mutabakata varabilenler Erzurum ve Sivas kongrelerinde Kurtuluş savaşı vermeyi kararlaştırmış olan kimselerdi. Ve o kimseler amasya tamiminde Cumhuriyet Halk partisi'ni de kurmuş oldular. O gün bugündür her Cumhuriyet Halk partilinin ideali, muasır medeniyetler seviyesine ulaşmış, Aydın, Çağdaş, akıl ve fen'e inanmış tam bağımsız Türkiye'dir.
Erzurum ve Sivas kongrelerinde ve Amasya tamimi ilan edilmeden önceki görüşmelerde, İngiliz ya da Amerikan mandasına girmek gerektiğini savunanlar, Kurtuluş savaşı'na destek vermediler, Savaş kazanıldıktan sonra saltanatın kaldırılmasından hoşlanmadılar, Türkiye'nin kendi iç dinamikleri ile onurlu bir kalkınma mücadelesi verebileceğine inanmadılar.
Atatürk, etrafta bu mandacı mikropların çok olduğunu bildiği için, savaşın yerle bir ettiği ekonomik koşullarda, üstelik eğitim seviyesi ekonomiden beter olan koşullarda, devrimini karantina altında tutmayı tercih etti. Dünyanın hiçbir halkı bu tedbirli dönemi diktatörlükle itham etmez. Bu bir nekahat dönemidir. Nasıl hiçbir cerrah, yıllarca yatalak yaşamış kötürüm bir hastasını, ağır kemik ve sinir ameliyatları geçirdikten sonra hemen günlük hayata bırakmaz, kemiklerin kaynaması sinirlerin ve kan damarlarının sağlıklı çalışmaya başlamasını yatakta takip eder ve sonra uzun bir süre fizik tedavi dönemi uygularsa, Cumhuriyet Halk Partisi ve önderliğide, tepeden tırnağa yeniden yaratılmış bir ülkenin sargılarını hemen açmamayı tercih etmişti.
Ancak büyük cerrahımız 1938'de vefat edince, sürekli talimat ile koşturmaktan bunalmış asistanımız başhekimliğe yerleşir yerleşmez talimatı verdi: "açın sargıları!"
"Hop İsmet" diyecek kimsede yok!
Sargıların altından eli ayağı düzelmiş dünya güzeli çıkınca, hemen görücüye çıkardı onu!
(Burada önemli bir ayrıntıya dikkatinizi de çekmek isterim. Asırlarca padişahlıkla yönetilmiş bir ülkede kronikleşmiş bir ruh hali herhalde bu! Cumhuriyet dönemine geçmişiz ortada devrimci bir parti var. Kurucu Önder vefat ettikten sonra, aynı saltanatçı kafayla, hemen arkasındaki 2. kişiyi cumhuriyetin başına geçirmeye layık görmüşüz. Bu iktidarın babadan oğula geçmesi formülünün bir tezahürü olsa gerek. Yoksa o günkü Cumhuriyet Halk Partisi kadroları arasında Mustafa Kemal'in ilkelerini benimsemiş aydın demokrat devrimci çok fazla kadro var. Ve madem saltanatı kaldırdık büyük Önder gidince sil baştan birini aramayı akıl edebilirdik..!)
Körpe cumhuriyetimiz çok partili sistemle görücüye çıkınca, bütün işgal yıllarında ve Erzurum Sivas kongrelerinde, Amasya tamiminde mandacılığı savunanların eline muratlarını koşturma fırsatı çıktı!
Bu kupkuru bir itham değildir.
Demokrat Parti'nin, Türkiye'nin geleceği ile ilgili bütün politikalarını üzerine oturtacağı 2 tane parametre vardı. Onun temel ilkesi bu iki parametre idi. Biri 'hür teşebbüs' biri yabancı sermaye!!! Bu iki kolaycı ilke, cumhuriyetin temel ilkelerinin 6'sını da yerle bir ediyordu! Ettide...
Bu iki ilkenin biri, Türkiye'nin ekonomik modelini kapitalistleştirmek amacının ürünü, diğeri Kurtuluş Savaşı'ndan önceki mandacılığın karşılığı olan, emperyalist ülkelere bağımlı hale gelme hevesinin ürünüdür...
İsmet İnönü Lozan görüşmeleri sürecinde, George curzon'dan bizzat duyduğu "para yalnızca Amerika'da ve İngiltere'de var. Siz o ülkeyi meteliksiz nasıl kalkındıracaksınız? Elbet gelip önümüzde diz çökeceksiniz. O günü bekliyoruz" sözlerine rağmen, bu ülkeyi o mandacıların eline nasıl teslim etti? Gerçekten merak ediyoruz!
Çok partili döneme geçmeyi ikinci Dünya savaşı'na bağlayanlar var. "Sovyet tehdidi karşısında Amerika'ya sığınmak zorunda kaldık" filan doğru değildir. Bu izahatler, Şecaat eylerken merd-i kıpti sirkatin söyler misali bir durumdur yalnızca.
Hem 1960'tan sonra ikinci bir fırsat daha eline geçmiştir İnönü'nünün. Üstelik farkındalığı daha yüksek bir halk ve gençlik var elinde.
Üstelik Cumhuriyet tarihinin dünyada benzeri olmayan bir fırsatlar anayasası var elinde, yine de 1946'da yapılan hatayı düzeltme yoluna gitmekte tereddüt etmiştir.
Cumhuriyetin ilk gününden bu yana, hatta Kurtuluş Savaşı'ndan önce Erzurum kongresi'nde, Sivas kongresinde Amasya tamiminde Mustafa Kemal'i yalnız bırakmamış onun arkasından savaş zamanı cepheye, zafer'den sonra Cumhuriyet devrimlerinin ve inkılaplarının uygulanmasına canı gönülden yürümüş olan ve o gün bugündür Cumhuriyet Halk partili olan her yurttaşın, Parti önderliğinden, bulduğu İlk fırsatta, bu dünya güzeli vatanın tedavisini kaldığı yerden tamamlamaya kolları sıvayacağına inanarak beklemektedir. Bu çok uzun bir bekleyiş olmuştur!
Bu 75 yıllık süre, sağcı muhafazakar politikaların Türkiye'yi nasıl uluslararası güçlerin taşeronu haline getirdiğini, terör ve yoksulluk sopası ile bu millete nasıl eziyet ettirdiğini yaşayarak gördük. Ve nasıl bir topluma dönüştürüldüğümüzden şikayetçiyiz!
Sevr antlaşması'ndan yakınmayan, saltanat kafalı, manda taraftarı bir partinin, kendi adına "demokrat Parti" takma sahtekarlığından yola çıkıp, emperyalist projelere eş başkanlık sıfatıyla taşeronluk yapan, ülkeyi yerli ve millilik nutukları arasında patates, buğday ve şeker ithal eder duruma getiren, topluma ve bireylere karşı suç işleyenleri 20-30 dosyayla sokaklarda dolaştırıp, cezaevlerini kendi muhalifleriyle dolduranlarında partilerinin adına riyakarca 'Adalet ve kalkınma Partisi' takmış olmaları ikisinin de aynı meşrebin ürünü olduklarını ele veriyor.
Halbu ki,
Türk halkı antiemperyalisttir. Test etmek isteyen buyursun referandum yapsın. İngiltere Amerika ve İsrail bu halkın nefret ettiği ülkelerdir. Yüzlerini sahte isimler arkasında saklayan bu partiler sürekli İngiltere İsrail ve Amerika ile iş tutmuştur. Ve hepsi bu halktan yüksek oranda oy almıştır. Bu da Türk halkının büyük çelişkisidir...
İşte Türk halkı bu handikapını aşabilsin diye Mustafa Kemal aydınlanma devrimi bitene kadar çok partili sisteme geçmiyordu. Laikliğin halkta karşılığını bulması gerekiyordu önce. Her iki partide bu halkın desteğini dini duygularını suistimal ederek kazanmıştır...
Bugün bağımsızlık politikaları gütmek 1946'daki kadar kolay değildir. 1946'da bu ülkeden sökülüp atılması gereken düşman kuvvetlerin askeri üsleri yoktu. Yine 1946'da Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin hiçbir yabancı devlete beş kuruş borcu yoktu. Ve yine 1946'da hiçbir devletin gizli servis örgütü Türkiye Cumhuriyeti devleti içinde resmi bir yapılaşmaya sahip değildi. Türkiye, uluslararası hukuk nezdinde kendi elini ayağını bağlayacak anlaşmalara imza atmamıştı genüz. (İnönü'nün 1939'da yaptığı iki tane anlaşma var. O da 1946'nın altyapısı zaten Ama yine de aşılabilirdi) o gün iktidar olan bir siyasi partinin üretim ilişkilerinde devletçilik ilkesine Sadık kalması, kalkınma hamlemizi yabancı sermayeye yaslandırmak yerine, devlet planlama teşkilatını yetkilendirerek yapabilirdi...
Bugün bağımsızlık politikaları üretmek gerçekten hiç kolay değildir. O günkü Demokrat Parti'nin bugünkü karşılığı olan AKP, İnönü'nün yetkilendirmeye cesaret edemediği devlet planlama teşkilatını kapatıp, halihazırdaki, Marmaray köprüler otoyollar gibi hazır projelerini (Türkiye'nin önümüzdeki 100 yılını ipotek altına aldırarak) yabancı sermayeye yaptırmıştır!
Yine de bağımsızlık politikalarını üretmek ve o politikaların arkasında durmak kabiliyeti halen daha yalnızca Cumhuriyet Halk partisi'nde vardır. Ancak az bir farkla seçim kazanmakla olmaz bu iş... Cumhuriyet Halk partisi'nin bunu yapabilmek için çok büyük bir halk desteğine ihtiyacı vardır...
Bunun yolu da, bugün 'dev projeler' diye takdim edilen projeleri hazırlayanın bir Cumhuriyet ürünü olan Devlet Planlama Teşkilatı olduğunu, onları kendi iç dinamiklerimizle yapmayı doğru bulan, aksinin Türkiye'yi daha bağımlı hale getireceğini iddia eden görüşün cumhuriyetin devletçilik ilkesi olduğunu halkın anlamasını sağlamaktan geçer. Bu bilgilerin dosdoğru halk ile paylaşılması,
Halkımızın sinesinde bir mücevher gibi duran o anti emperyalist ruhu öne çıkaracaktır.
Bu iş, oğlunun gemisi İsrail limanlarına doğru yelkenleri şişirmişken babasının gidip Rize mitinginde "ey İsrail" diye bağırdığı bir tiyatro oyunu değildir.
Bu bir vatanın özgürleştirilmesi davasıdır. Bunun başarılması, bu milletin; askeriyle polisiyle profesörüyle öğrencisiyle işçisiyle köylüsüyle memuruyla kadınıyla çocuğuyla Afyon kocatepe'de toplanmış hücumu bekleyen o ulu askerin ruh halini kuşanması ile mümkündür...
Bütün halkımızın içinde zaten var olan o ruhu uyandırabilmek için, Cumhuriyet devriminin kırılma noktalarını inceleyeceğimiz, kuruluşumuzun bağımlılığa doğru sapma anlarını tespit edeceğimiz, ve yarına doğru hangi adımları nerelere atarsak ağırlığımızı o ayağımızın üzerine güvenle bırakabileceğimizin hesap kitabını yapabileceğimiz, Erzurum ve Sivas kongrelerine ihtiyacımız var...
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve medyakorkusuz.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
aohbet islami sohbetler omegla türk sohbet cinsel sohbet dini chat